Sedat Sarıcı, ''Kamyoncunun Türküsü''nü yazdı, ''Kıral Çıplak'' dedi. Londra'da, Anadolu ezgileriyle bugünün dünyasına ışık tutan eserler yazmaya devam ediyor. 

Türkiye’nin değerli rock müzisyenleri ile çalışan Sedat Yıldırım Sarıcı’nın eserleri yıllar boyu eskimeden, her geçen gün daha da anlam kazanan eserler olarak bugüne kadar gelmiş durumda. 

Yıllar önce bir kamyon ile bir taksinin çarpışması sonucu devlet, mafya, siyaset ilişkileri ortaya çıkmıştı. O günün anlamı ile “Kamyoncunun Türküsü” eserini yazan Sedat Sarıcı, bugünün dünyasına da ışık tutan eserler yazmaya devam ediyor. 

“Kral Çıplak” da bu eserlerden biri. 1990’lı yıllarda yaptığı bu müziklerin bugüne kadar eskimeden gelmesinin sırrını müzisyen Sedat Sarıcı, Ajans Bizim'e konuştu:  

-Sedat Yıldırım Sarıcı kimdir? Sedat Sarıcı kendisini nasıl anlatır?

Zor bir soru. İnsan kendisini tanımlarken yansız davranamıyor, kayırmak istiyor. Ya da yapay bir alçak gönüllülük gösterisiyle inanmadığı şeyleri söylüyor. Ben de kendisini anlatamayanlardanım. Biz sohbete başlayalım, ipuçları peşi sıra gelecektir. Sadece Polatlı, 1961 doğumlu olduğumu ekleyeyim. 

-Müziğe merakınız nasıl başladı? Müzik sizin için ne anlam ifade ediyor? Rock denince aklınızda ne canlanıyor?

Evimizde hiç müzisyen yoktu ama ailemiz müthiş müzikseverdir. Evdeki teyp ve pikaplardan sürekli müzik dinlenirdi. Müzikten yana şanslı bir çocukluk evrem oldu.

Müziğin birkaç türlü tanımı sözlüklerde var ama benim için hayatın tamamı diyebilirim. Milyarlarca galaksi varmış, bu galaksilerde de milyarlarca yıldız. Ne büyük bir israf. 

Hep merak edilir uzaylılar var mı diye. Diyelim ki var ve müzikten hiç anlamıyorlar. Bir işe yarar mı? Yaramaz. Önemli olan başka gezegenlerde bir yaşamın olması değil, anlamlı bir yaşantının olabilmesidir. Müzik bu anlamdır ve anlamlandırabilmenin tanrısal dile en yüksek seviyede yaklaşımıdır.  

Rock müzikse güneştir. Güneş hararettir. Olmazsa yaşam olmaz. Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal, Beethoven, Bach hep hararettir. Kor alev... 

- Müziğin dili, dini, ırkı var mıdır? Dünyaya açılmış bir sanatçısınız, birçok millettin çocuklarına eğitim veriyorsunuz. Bu soruyu ilk müziğe başladığınız andaki fikirleriniz ve şu anki düşüncelerinizle harmanlayarak cevaplayabilir misiniz?

Müzik milyonlarca insanı barış içinde bir araya getirebiliyor. Güzel bir eser yapay sınırları aşarak insanlığın ortak mirasına dönüşebiliyor. Bir şarkıdan söz ediyorsak, elbette dilinden de bahsediyor olacağız... Ya da bir ilahinin elbette doğduğu dini olacaktır. Ama artık ilahiler bile ortak kültürel değerlerle sergileniyor. Senfonik orkestrayla ilahilerimiz çok sesli boyutta düzenlendi. Artık çatışmaların savaşların dayandırıldığı düzmece düşmanlıkların eritilme zamanı. 

Tina Turner tek başına stadyumları dolduruyor. Bir de çilelerden süzülen bir hakikat varsa, mana daha da derinleşiyor. Siyah ilahtan pop ilahiler dinliyoruz. Toplu ayin diyebiliriz. Dil, din, ırkın hiçbir önemi kalmıyor. Bir şekilde anlaşıyoruz. Ne diyor büyük ozan Veysel:

“ne varsa sende bende  

aynı varlık her bedende 

yarın mezara girende 

sen toksun da ben aç mıyım.”

Müzik eğitimindeyse ben hep repertuara ağırlık veririm. Yani işin teknik kısmını çok önemsemem. Önemli olan çocuğun müziği sevmesi, mümkünse tutku derecesinde bağlanmasıdır. Müzik bir çalgının virtüöz seviyesinde çalınmasından ibaret bir şey değil. Bestelemek, şarkı sözü yazımı, aranjörlük, yazarlığından radyo-tv program yapımcılığına sayılamayacak açılımlarıyla çok yönlü bir uğraş. Güzel bir yöntem ve etkili bir repertuar tutturabilirseniz, her kıtadan öğrenciniz olabiliyor ve ortak kültürel değerler etrafında birleşebiliyoruz. 

Müziğe ilk başladığım yıllarda günde bir kaç saat ayırarak bu işin olabileceğini sanıyordum. Ama artık adanmadan bu işin olabileceğine inancım kalmadı. Bu durumu çok geç öğrendim. Bu sebeple de mahalli kaldım.

-Türkiye’de müziğinizi icra ederken İngiltere’ye gitme fikri nereden çıktı? Neden buralara geldiniz? İngiltere’de neler yaptınız ve neler yapıyorsunuz?

Türkiye’de kalsaydım, müzik eğitimi alamamış olacaktım. Türkiye’deki yaşam mücadelemiz hayatta kalmaktan ibaretti. Bu ülkenin sosyo-ekonomik altyapısı kendimi geliştirmeme olanak tanıdı diyebilirim. Bir yandan geçim derdi devam etti elbette ama diğer yandan olabildiğince besteleme, kayıtlar, konserler, makaleler ve eğitmenliğe fırsat bulabildik. 

-Eşinizle tanışma hikayenizi çok merak ediyorum. İki müzisyen nasıl buluştu ve nasıl bir hayat yaşıyor?

1990 yılında “Müzisyenler Körfez Savaşı’na Karşı” adlı bir konser vardı. Ben de bestelerimle sahnedeydim. Bu konser sonrası ortak bir dost tanıştırmıştı. Suzan (eşi), o zamanlar klasik gitar çalıyordu.

Sonra boş bir belediye dairesinin kapısını kırarak işgal ettik. Polis zoruyla çıkarılana kadar orada iki yıl kadar kalabildik. Birlikte topluluk kurup bestelerimizle konserler dönemi başladığında elektrikli gitara geçti. Çocuğumuz olunca konserlere ara vermek zorunda kaldık. Zaten çocuk öylesine doyumsuz bir ödül ki insanda yaratıcılığa dair bütün hevesi öldürebiliyor. Çocukla ilgilenmekten enstrümana ilgim öylesine azaldı ki anlatamam. Sanırım benzer şey eşimde de oldu. İşimiz gücümüz çocuk oldu diyebilirim. 

Yani öyle “kariyer planlaması” yapar gibi bir hayatımız olmadı. Geçim derdiyle birlikte imkanlar ölçüsünde gayreti elden bırakmamaya çalıştık. Çocuk olduktan sonra da birlikte birçok tiyatro oyununa, dans projelerine, film festivallerinin açılış galalarına besteler yaptık, geleneksel türkülerimizi düzenledik. Acı tatlı 30 yıl geçmiş. Hala beste ve düzenlemelere devam ediyoruz. 

''Evde hep kavga ediyoruz''

-Aile boyu müzisyen olmanın artıları ve eksileri nelerdir?

Evde hep kavga ediyoruz. Mesela evde çiçek gibi son derece lüzumsuz şeylere yer açmaya gayret edenler var. Halbuki çiçeklerin yerine CD ve plaklar için dolaplar, raflar alınabilir. Sonra ekmek ve peynirin dışında arada bir zeytin de alalım diyenler oluyor. Bence bütün bunlar boşa israf. 

-Evde kavga büyük desenize. Bu arada internette bir siteniz var ve orada “Kars’tan Mars’a Bir Tas Su” başlığını gördüm. Bu başlığın açıklamasını yapabilir misiniz?

Köklerimizi ve niyeti tanımlıyor. 'Tas' hem yuvamız, hem ölçümüz. Su ise hayat. Hayattaki en sade ve en temel şey. Kars yola çıktığımız coğrafyada bir kent. Amaç, köklerimizle toprağa bağlandığımız kadar dallarımızla semaya bakabilmek. Bu sebeble Mars çay içebileceğimiz ilk mola durağı.

30 parçalık türkülerimiz ve bestelerimizden oluşan çalışmakta olduğum Tas Restaurant zincirleri Genel Direktörü Önder Şahan’ın öneri ve sponsorluğunda tamamlanan “Kars’tan Mars’a Bir Tas Su” albümümüzü “sedatsarici.com'' web sitemizden dinleyebilirsiniz. 

Albümde Karacaoğlan, Dadaloğlu, Edip Harabi, Sümmani Baba, Şah Hatai, Pir Sultan Abdal gibi ozanlarımızın eserlerinin yanı sıra birçok anonim türkümüz, eşimin, benim ve kızımızın besteleri de var.

-Kimlerle çalıştınız, birlikte çalıştığınız sanatçıların size neler kattığını düşünüyorsunuz?

Beni en çok etkileyen müzisyen, seksenli yıllarda çalışma fırsatı bulduğum Özer Ünal ağabeyim olmuştur. Allı Turnam’da saksafon doğaçlaması bir çok müzisyen için dönüm noktası olduğu gibi cazın kendi kültürümüzle yoğrulabileceğinin bugün bile zor yakalanabilecek kıvamda olabilirliğinin ispatı niteliğindedir. Takipçisi var, yakalayabileni nadirdir. Özer ağabeyin dışında Tanju Okan’dan Asu Maralman’a yetmişlerin ve seksenlerin tanınan bir çok müzisyeniyle çalışmıştım. 

Rahmetli davulcu Ercüment Baturalp’den sahne terbiyesini öğrendim. Sahneye çıkarken hep özenli çıkmaya gayret ederim. Pırtıklığa, serseriliğe yönelmem. Sahnedeki “fakir” görüntü fikir fakirliğidir, kalıcıdır, korkunçtur… Konuşacaklarımı önceden planlarım. Seyirci tek bir çocuk dahi olsa karşımda yetişkin binlerce insan varmış gibi dikkat etmeye çalışırım. 

-Siz bir sanatçısınız. Sanatçılar etkilendiklerinden yola çıkarak üretim yaparlar. Sizi en çok etkileyen olaylar neler oluyor?

Başta çocuklar olmak üzere günahsız insanların savaşlarda, sürgünlerde can vermesi… Sadece sivillerin değil, kandırılmış askerin de kaybı beni çok yaralar. Deprem, sel veya salgın hastalık gibi doğal bir şey değil ki, ansızın yakalandık diyelim. Planlanarak cepheye sürülen bebeler. Bir kaç kişi sevinecek diye yüzbinlerin ölmesi akıl alacak iş değil. Tuzağa atlamamak gerek. Çanakkale emsal olmalı. Dünyadan habersiz çocuklar, kucak kucağa yatıyorlar. Yaşarken birbirlerine düşman belletilmişlerdi. 

-İnternette sizin hakkınızda neler var diye baktığımızda karşımıza İngiltere’de küçük yaşına rağmen büyük başarıların altına imza atmış bir kızınız olduğunu da görüyoruz. Siz de albümde onun da olduğunu söylediniz. Onunla gurur duyuyorsunuzdur. Onu nasıl bir gelecek bekliyor sizce?

Ezo, çok çalışmaya devam ederse müziksel başarıdan söz edebiliriz. Günümüzde bu işe gönül vermiş bütün gençler günde 25 saat müzik çalışıyorlar. Kimse boş durmuyor.

Hepimizden çok fazla müzik dinliyor olması Ezo’nun avantajı olabilir. Her türlü müziğe açık. 10 yaşından bu yana birçok orkestrada baş kemancı olarak görev aldığından bu deneyimlerini yapacağı bestelerle birleştirebilirse fark edilebilme şansı olabilir. 

''Kolaylık tembelliği büyütüyor''

-Kızınız Ezo’dan yola çıkarsak yeni nesil gençlik nasıl müziklere ilgi duyuyor? Bu nesil nasıl müzikler ortaya çıkarır sizce? Bu ülkede aynı zamanda müzik eğitimi veren bir müzisyensiniz. İngiltere’de yetişen Türkiyeli toplumun çocuklarının müziğe ilgisi nasıl?

Aslında rap, rock, tekno benzeri yeni zannettiğimiz her müzik tarihsel birikimin kaldığı yerden devamı niteliğindedir. Son 50 yılda, Björk gibi bir kaç delinin dışında melodi, armoni ve ritm gibi müziğin temel unsurlarında neredeyse hiç bir yeni şeye rastlayamadım. Kim bilir belki ben habersizim. 

Yalnız teknoloji ilerledikçe iş kolaylaşır gibi oluyor. Bu kolaylık tembelliği büyütüyor. Daha az kafa yormaya meyledenler oluyor. Bazı gençlerin sadece ritmik motiflere yaslı, melodisiz ve armonisiz müzikler yaptığına şahit oluyoruz. Bunların üç günlük ömürleri olabiliyor. İşi çok ciddiye alıp kendisini yetiştiren gençlerse çok yetkin işlere imza atıyorlar. Yani çalışkanlar daha iyileşiyor, tembeller daha basitleşiyor. Basitlik derken yalınlaşmayı değil yavanlaşmayı kastediyorum. Aradaki uçurum derinleşiyor. Burada yetişen Türkiyeli gençlerin anne ve babaları ulaşamamanın ne olduğunu bildiklerinden, kadir kıymet biliyorlar ama çocuklarımızın bunları algılaması kolay değil. Zamanla daha da anlaşılacağına ve daha fazla müziğe, sanata bağlanacaklarına inanıyorum.

''Kimsenin umurunda değil''

-Türkiye’deki müzisyenlerin yaşadıkları sıkıntıları duyuyorsunuz, sizler buralarda neler yaşıyorsunuz?

Özellikle buraya yeni gelen ya da son bir kaç yıl içinde gelen müzisyen arkadaşlarımız çok zor durumdalar. Çünkü devlet yardımlarından yararlanamıyorlar. Burada “sosyal devlet” denilen kavram aksaklıklarla da olsa geniş ölçüde varlığını hissettiriyor. “Sosyal” denilince bizim dilde tam karşılığını bulabiliyor mu emin değilim. Buna “halkçı devlet” diyebiliriz. Şimdi gülenler olabilir ama ben gülünsün diye söylemedim. Çarpsın diye böyle ifade ediyorum. Burada devlet neredeyse tüm çalışanlara salgın döneminde kazancının yüzde 70 kadarını ödüyor. Yani zulüm yaşamıyoruz, burada “sosyal devlet” var. 

Türkiye’de 100’ü aşkın müzisyenimiz intihar etti. George Floyd’un kaybıyla dünya ayağa kalktı. Biz 100 müzisyen kaybettik, kimisinin umurunda bile değil. Kanıksamamalıyız, kanıksatmamalıyız. “Sükut ikrardan gelir” derler, susmamalıyız.

Tanımlama için tanımak gerek

-Müzisyenlerin çoğunluğu Avrupa’ya göç eder oldu. Son zamanlarda gelen ya da gelmek isteyen sanatçıları bu ülkede neler bekliyor?

Ülkemizde büyük bir işsizlik var. Umutsuzluk, çaresizlik ve çözümsüzlük de neredeyse kalıcı bir biçimde çöreklendi yurdumuza. Bir yolunu bulan çözümü Avrupa yollarında arıyor. Sadece müzisyenler değil ki, Afganistan’dan Libya’ya, Akdeniz ve Ege sığınmacı boğan mezarlığa döndü. 

Sanatçı ya da müzisyenleri burada çok da iyi koşullar beklemiyor. Geçimlerini temin edecekleri bir iş bulmaları salgın hastalığın sebebiyet verdiği ekonomik durgunluktan dolayı iyiden iyiye zorlaştı. Buldukları herhangi bir işe dört elle sarılmaları gerekir. Bizler de geldiğimiz ilk 5-10 yıllık süreçte lokanta ve benzeri yerlerde bulaşıkçılık üzerine uzmanlaştık. Yıllar sonra müzikle ilgili işlerle geçimimizi temin eder olduk. Zaten halden anlamak, duygulu ve kalıcı eserler yaratabilmek için zorlu işlere el atmanın, insanlık hallerini tanımanın çok büyük yararı var. Ya dünyaya bir defa gelmenin avantajlarını iyi kullanıp her işi tanımanın bambaşka kapılar açabileceğini, ufkumuzu genişletebileceğini yaşayarak öğreneceğiz. Ya da kendimizi bazı işleri yapmaması gereken özel biri zannedip, eriyip yok olacağız. Sanat tanımlamadır. Tanımlama için tanımak gerek.

-Yıllardır dinledikçe daha da anlam kazanan müzik eserleri ortaya çıkardınız. “Kamyoncunun Türküsü”, “Kral Çıplak” bu eserlerden bazıları. Bu şarkılarla ne anlatmak istediniz? 

“Kral Çıplak” devletin ne kadar yozlaşabileceğini, halkın akıl tutulmasına kapılabileceğini anlatıyor. “Kamyoncunun Türküsü” Susurluk’ta ortaya çıkan mafya devlet işbirliğine değiniyor. 

Son iki mısrada “Yedi kat cila çeksen, neye yarar hurdaya” diye yazmışım. O kazadan bu yana 25 yıl geçmiş, yani çeyrek asır. Bugünlerde medyaya yansıyan videolarla ne kadar da çok benzerlikler içeren yolsuzluk iddiaları var. Özetle, memleketimizi hurdaya çıkarmayalım ama güdümsüz, bağımsız bir yargı sistemimiz olabilsin. Kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla yürütülen değil şeffaf, hesap sorulabilir, denetlenebilir kurumlarımız olmazsa devletin kirliliği temizlenemez ya da kirlilik iddiaları hep aklanamadan kapanır. Ak olanların bağımsız yargıdan korkmaması gerekir ama ne yazık ki ülkemizde yargı en güvenilmez kurumlarımız arasında başı çekiyor. Şarkılarımız bu durumlara dikkat çekmek için. Ama gördük ki nafileymiş. 

''Sanat yolu, yordamı gösterir''

-Sanat insanlara ne verir sizce? 

Yürütme, yasama ve yargı. Hep bu üç ayaktan bahsederiz. Bu üçünün de aciz olduğu, göremediği durumlar olabilir, sanat onlara ışık tutar. O yüzden sanat ve felsefe bazen yön verir. Sanat, insanları hakkaniyetten yana olmaya davet eder. Gülmeye, güldürmeye, başkaları için de ağlayabilmeye cesaretlendirir. Adem’le Havva’dan esirgenen elma, armutla meşgul olmaz. Yani dünyevi hazlar sanatçıyı kesmez. Elmaya bin türlü anlam verir. Bu sebeble bir çok ozan kutsal kitaplardaki ayet, hadis veya hadiselere göndermede bulunur ama bütün kutsal kitaplar kendilerinden önce insanlığın var ettiği edebi ve mitolojik külliyeden yararlanarak dillendirilmişlerdir. Özetle sanat yolu yordamı gösterir. 

-Saygı ve saygın işler dersek neler söylersiniz, insanın insana saygısı dersek neler söylersiniz ve bunu müziğe adapte edersek neler söylersiniz? 

Bir işin saygın olabilmesi için alanındaki temel değerleri ve evrensel ölçüleri gözetiyor olması gerekir. Yani hem geleneğe, hem de yenilikçiliğe açık olabilmeli. Yerel bir anlayışa kendini hapsetmeyen ama o yerellikten de bir şeyler alarak çağdaş bir kavrayışa ulaşmaya çalışmalıyız. İktidarlardaki hakim güçler ve yaygın medya; “yükselen değerler” başlığıyla bir çok değersizliği değerliymiş, saygınmış gibi göstermeye çalışıyorlar. “Liberalleşme” veya “özelleştirme” gibi. Bu değersizliklere kapılanlar etrafındaki değerli insanların değerlerini görememeye başlıyorlar. “Değer” birikim ve uzun erimde katkıya değil, kısa sürede furya-moda-trend olana biçiliyor. Sular durulunca hak edenler hak ettikleri saygınlıkta anılacaklardır. Saygın bir eser ortaya çıkarmak istiyorsak erdem, adalet ve barış gibi kavramlarla bütünlük içerisinde ilerlemekte yarar görürüm. Müzikte müstehcenlikten beslenmeye çalışan, ticari amacı önceleyen kimselerin hem müziğe, hem de müzisyenliğe büyük zararları dokunuyor. 

-Müziğe saygı var mı? 

Müziğe ulaşma anlamında bir nevi “dünyaya komünizm geldi” diyebiliriz. Eskiden tek bir parça dinleyebilmek için plak almak zorunda kalırdık. Artık beş kuruş ödemeden YouTube ve benzeri sitelerden dinleyebiliyoruz. Emeksiz, hak edilmeden müzik eserinin kolayca elde edilmesi onu “değersizmiş” gibi gösteriyor. Rahat ulaşım, beleş erişim komünizmi var şu an. 

Diğer yandan eskiden bir albüm yapabilmek için müzik yapımcı firmalarını ikna etmek, sizleri finanse etmesi için gerekli müziksel yetenek ve yeterliliğe sahip olmak, profesyonel stüdyolarda kayıt işlemleri sonunda radyo, televizyon kurumlarının denetimi veya rızası sonrası müzikseverlere sunum söz konusuydu. Şimdi “özgürce” dilediğiniz özensizlikte, dilediğiniz zaman sosyal medya üzerinde herhangi bir sanatsal fikri ya da fikirsizliği anında Japonya’dan Kanada’ya iletme hürriyetiniz doğdu. Hazırlıksız olduğumuz bu fikir hürriyeti, çok yazık ki olumsuz sonuçlandı. Artık fikir eserlerinin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Bir çok alanda kıymetsiz bir harbin içindeyiz.  Diğer yandan bu çöplüğün dışında kalmayı becerebilen, kendine has çalışmalarıyla çıtayı yükseltmeye çalışan gerçek sanatçılar bugün değilse de yarın hakettikleri hürmetle anılmaya devam edeceklerdir.