23 Nisan: 'O çocuk büyüdü ve kendi zaferini kendisi ilan etti'
23 Nisan 1920... Bundan 104 yıl önce açıldı TBMM, ancak hiç kolay olmadı. Atatürk, Nutuk'ta yaşanan zorluğu şöyle anlatır:
“Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasını ve açılmasını sağlamak için uğraştığımız günlerde bizi en çok uğraştıran Düzce, Hendek, Gerede gibi Bolu bölgesindeki yerlerden başlayıp Nallıhan, Beypazarı üzerinden Ankara’ya yaklaşacak gibi görünen gerici ayaklanma dalgaları olmuştur. Bir yandan bu dalgaları durdurmaya çalışırken bir yandan da Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu henüz gereği gibi bilmeyen milletvekillerini, bu korkulu olaylar karşısında bırakmamak ve bu gibi olayların çıkması ile Meclisin toplanmaması gibi uğursuz olayları önleme çareleri düşünüyordum. Bunun için Meclis'in açılmasında pek çok acele ediyordum. Sonunda, gelebilmiş milletvekilleri ile yetinerek, Meclisi, yirmi üçüncü Cuma günü açmaya karar verdik."
"Ulusun başvuracağı en yüce kat"
Karar 21 Nisan 1920 günü genelge olarak yayımladığım bildiride duyurulur. Genelge, "Nisan'ın 23'üncü günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından o günden sonra bütün sivil ve askeri makamların ve bütün ulusun başvuracağı en yüce kat bu Meclis olacaktır” ifadesiyle son bulur.
Dinî törenin ardından ardından 23 Nisan 1920 Cuma günü, saat 14:00'e doğru toplanır Büyük Millet Meclisi. 115 milletvekilinin yer aldığı toplantıda geçici başkanlığı en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey üstlenir.
24 Nisan’da Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal Paşa seçilir. Hükümet kurma görevide Meclis Başkanı'na verilir. İlk meclis hükümetinin başkanı da Mustafa Kemal'dir. O güne kolay gelinmemiştir, ancak her şey yeni başlamaktadır aslında.
Çatı kiremitleri evlerden taşındı
Meclis‟in açılış gününe tanıklık eden gazeteci Enver Behnan Şapolyo, o günü şöyle anlatır:
“Bina henüz tamamlanmamıştı. Kiremitleri bile döşenmemişti. Pek çok noksanları vardı. Kiremit yetmedi. Ankaralılar kendi çatılarından kucak kucak kiremit taşıyarak çatıyı kapattılar. Bu manzara çok anlamlıdır.
Meclis'te mebusların oturacağı sıra bile yoktu. Ankara Muallim Mektebi‟nin tatbikat okuluna ait sıralar getirildi. O tarihte Ankara'da elektrik de yoktu. Kahvelerin birinden alınan petrol lambası asılarak aydınlatma meselesi halledildi. Salonun koridoruna, mebusların su içmesi için üç küp konuldu, üzerlerine maşraba bırakıldı.
Sokağa bakan ilk oda da Riyâset Odası yapıldı. Daha sonra meşhur Hattat Hulûsi Efendi‟nin yazdığı 'Hâkimiyet Milletindir' tabelası, kürsünün arkasına asıldı.”
Meclis'in açılmasıyla "Milli egemenlik" ilkesi kurumsallaşıyor, Mustafa Kemal'in Erzurum Kongresi sürecinde not aldırdığı Cumhuriyet'e giden ilk adım atılıyordu.
Birinci yıldönümünde değerlendirme
Mustafa Kemal Paşa, bir yıl sonra 24 Nisan 1921'de Hakimiyeti Milliye Gazetesi'nde yer alan demecinde, yaşanan süreci şöyle özetliyordu:
“16 Mart'taki felâketi üzerine artık İstanbul tamamen bağlanmış, millet ve ülke başsız kalmıştı. Onun kurtuluşunu düşünmek ve kurtarmak için Ankara’da millî bir Meclis toplamak gerekirdi. Bu düşünce ile gerekli çözümlere giriştik. Böylece geçen Nisan ortalarında milletvekilleri Ankara’da toplanmaya başladı. Ancak ülke geniş ve ulaşım araçları sınırlıydı. Bu nedenle milletvekillerinin ulaşması hep gecikiyor ve bu gecikmeler beni rahatsız ediyordu.
Bu rahatsızlık içinde bütün çalışma arkadaşlarım ile gece gündüz dinlenmeksizin çalışarak durumla ilgili çözümler düşünüp uygulamakla meşguldük. Milletin beslediği sevgi ve inancı yakından bildiğim için, bence bazı yönlerde sakatlık gösteren doğru yoldan sapma hastalığına karşı, bütün millet ve ülkeyi koruyacak tedbirler alındığı zaman, durumun ağırlığının giderilebileceğinden şüphe yoktu.
O sırada içeride halkın arasında fikir ayrılığı yaratmak, dışarıda da dünya kamuoyunu karıştırmak amacıyla kullanılan araçlardan biri de doğrudan doğruya benim kişiliğimdi. Ülkemizdeki millî heyecanı, hak ve kurtuluşu savunma yolunda gösterdiği çaba ile var olma yeteneğini yalanlamak
için bazı kişiler bütün saldırılarını bana yöneltiyorlardı. Gerek millete ve gerek İstanbul’daki hükümete resmen diyorlardı ki: 'Mustafa Kemal’i tanımayınız; Mustafa Kemal’e güvenmeyiniz. İtilâf Devletleri’nin Türkiye’ye karşı gösterdiği şiddet O’nun yüzündendir.” Onlar böyle söylüyorlar ve ben ortadan kaldırıldığım takdirde milletin ve ülkenin dışarıdan her türlü dostluğu ve iyiliği göreceğini ileri sürüyorlar, kamuoyunu bu yanıltmaya çalışıyorlardı.
Ben bu girişimlerde yüzeysel, fakat ustaca bir kasıt olduğunu bütün açıklığıyla görüyordum. Ancak milletimin üstüne konan baskı ve tutsaklık yükünün benim yüzümden oluştuğunu düşünebileceklerin varlığını zaman zaman aklıma getirdikçe yüreğimin çok derin üzüntü ile çarptığını hissediyordum. Hem kendimi bu üzüntüden hem de böyle düşünebilecekleri kuruntudan kurtarmak için, o güne kadar oluşturulan tarihî durumun ve bu durumun o günden sonraki aşamalarına ait sorumluluğu başka bir arkadaşa emanet ederek unutulmuş bir köşeye çekilmenin uygun olacağını düşündüm; bu düşüncemi, o zamanlar temasta bulunduğum çalışma arkadaşlarımın hepsine açık ve kesin bir dille söyledim. Fakat arkadaşlarım böyle bir davranışın düşmanın isteklerini ve niyetlerini desteklemekten başka bir sonuç vermeyeceğini dile getirdiler.
İçerideki isyan ateşi Ankara kapılarına kadar dayanmıştı. Durumun vehameti, sorumluluğun büyüklüğü dehşet verici düzeydeydi. Bu durum karşısında şöyle düşündüm: Ortaya çıkan durumdan, hangi düşünceye yol açarsa açsın çekilmek iki şekilde açıklanabilirdi: Birincisi, tutulan yolda umutsuzluğa düşmüş olmak; ikincisi, tutulan işin ağır sorumluluğuna dayanamamak. Bu gibi yanlış düşünceler hem kutsal amaca zarar verir hem de bu amaç etrafında toplanan güçleri dağıtırdı. O nedenle
arkadaşlarımın içtenliğine, milletimin azim ve imanına inanarak ve düşmanlarımızın önce ve sonra güçsüzlüklerini ilân etmeye zorlayacağı hakkındaki kesin inancıma ve Allah’ın yardımına dayanarak, eskisi gibi sonuna kadar millî mücadelemizin bana yüklediği namus ve vicdani görevi sürdürmeye karar verdim.
Ve artık genel hareketi, kanuni olarak çevirmeye başlamak gününün daha fazla ertelenemeyeceğinden; 1920 yılı Nisan'ının 23. günü Meclis’in açılmasına karar verildi. İşte 23 Nisan Cuma günü öğleden sonra yaklaşık saat ikide Meclis binasının kapısından girerken, günlerden ve gecelerden beri bütün benliğimi meşgul eden fikirler ve duygularla dopdolu bir haldeydim.
İçeriye girip Meclis salonunu dolduran milletvekillerinin güven ve sevgiyle bana baktıklarını gördüğüm zaman teşebbüsümüzün milletin isteğine, beklentisine uygunluğunu bir kez daha anladım. Ve artık benimle fikir ve amaçları ortak olan milletin fikir ve amaçlarını temsil eden bu arkadaşlarla birlikte çalışacağım için büyük bir mutluluk duydum.”
Hâkimiyet-i Milliye Bayramı
23 Nisan, 1921’de çıkarılan bir kanunla “Hâkimiyet-i Milliye Bayramı” ilan edildi. Bu, kuruluş aşamasında olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk milli bayramıydı. Bayram yurdun birçok yerinde vatandaşların ve öğrencilerin katılımıyla coşkuyla kutlandı.
İki yıl sonra, 1922’de Ankara’daki 23 Nisan kutlamalarına öğrencilerin de katılması ayrı bir coşku yarattı. Bunun üzerine “Mustafa Kemal’in de desteğini alan Himaye-i Etfal Cemiyeti (sonrasında Çocuk Esirgeme Kurumu) yöneticileri, 23 Nisan 1923’te cemiyet adına yardım kampanyası başlattılar. Savaştan çıkmış bir ulusun "yetim ve öksüz çocukları için kurulan" bir cemiyetin 23 Nisanlarda yardım toplamaya başlaması ve yardım amaçlı rozetlerin çocuklar tarafından satılması 23 Nisan’da çocukları daha da ön plana çıkardı.
Mustafa Kemal Paşa’nın da bu faaliyetlere destek vermesiyle ”23 Nisan, 1925 yılında “çocuk günü” olarak, 1926’dan itibaren de “çocuk bayramı” olarak görülmeye başlandı. 23 Nisanlar resmi olarak “Hâkimiyet-i Milliye Bayramı” adıyla etkinlikler yapılsa da fiilen “çocuk bayramı” olarak da kutlandı.
23 Nisan 1923 “Hâkimiyet-i Milliye Bayramı” kutlamalarında protokolde Himaye-i Etfal Cemiyet-i Başkanı Dr. Fuat Bey’e yer verilmesi cemiyete, çocukları ve fiilen çocukların ön plana çıktığı bu bayrama verilen önemi gösteriyordu. 23 Nisan 1924’deki kutlamalarda Himaye-i Etfal Cemiyeti’ni Atatürk’ün eşi Latife Hanım temsil etmesi de bunun bir başka göstergesiydi.
"Bu çocuk büyüsün, kendi zaferini ilan etsin"
23 Nisan’ın çocuk bayramı olması düşüncesi Atatürk’e ait. TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920 gününün akşamı, Yunus Nadi, Ruşen Eşref, Hacı Feyzullah Efendi ve Mazhar Müfit Bey’in yer aldığı bir sohbette Mustafa Kemal'e şu soru yöneltilir: “-Paşam! Bugün Büyük Millet Meclisi’ni açtık. Bunu bütün milletimize ve İtilaf Devletleri’ne ilan ettik. Fakat bugünün adı ne olsun?”
Paşa'nın yanıtı nettir: “-Efendiler! Osmanlı İmparatorluğu, 600 yıl bu milletin kaderine hâkim olmuştur. Bugün Osmanlı İmparatorluğu kısmen dağılmış olmasına rağmen İstanbul’da bir hükümeti mevcuttur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında, bugün bizim açtığımız meclis çocuk kalır. Onun için, bugünün adına çocuk bayramı diyelim. Bu çocuk büyüsün, kendi zaferini kendisi ilan etsin.”
Atatürk’ün bu sembolik “çocuk bayramı” düşüncesi yine bizzat Atatürk’ün hamiliğini yaptığı bir Cumhuriyet kurumu olan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin öncülüğünde zamanla bir “çocuk bayramı”na dönüşür.
Bayram ve çocuk haftası
1935’te çıkarılan 2739 sayılı “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun”la 23 Nisan “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak kutlanmaya başlanır. 23 Nisanlarda fiilen “çocuk bayramı” ve “çocuk haftası” da kutlanmaya devam eder.
1935’ten sonra resmen “23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı ve Çocuk Haftası” ifadesi kullanılır. Birinci Büyük Millet Meclisi, Türk milletini temsilen Millî Mücadele‟yi gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Bu meclis, yeni Türkiye'nin ilk Millî Meclisi olması itibariyle “Birinci Meclis”; Türk İstiklâl Harbi'ni zaferle neticelendirerek yeni Türk devletinin temelini attığı için
“Kurucu Meclis”; Türk milletinin millî ruhunu temsil ettiği için “Kuvâ-yı Milliye Meclisi” da adlandırılır. İlk dönemlerde “Büyük Millet Meclisi” ve “Meclis-i Âli” gibi isimler kullanılmasına rağmen, kendi varlığını teminat altına almak üzere çıkardığı “Hiyânet-i Vataniyye Kanunu” ile adı “Büyük Millet Meclisi” olarak yer alır. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) yapısını özetleyen iki temel prensip mevcuttur. Bunlar, millî irâde ile millî hâkimiyet prensipleridir. Hâkimiyet hakkını, kayıtsız ve şartsız olarak
Meclis‟in irâdesine teslim eden Türk milleti, bu irâde ve hâkimiyetin millîlik vasfına sahip olmasını gözetir. Zaten millî irâde ve millî hâkimiyet demek; milletin muhtevasının ve isteğinin Meclis‟teki icraatlara aksetmesi demektir.
(Saygı notu: Bu yazada yazıda Nutuk, Enver Behnan Şapolyo'nun yazıları ile İstinye Üniversitesi EPAM bülteninden yararlanıldı.)